Archive | İmeceler RSS feed for this section

TÜRK TOYLARI

9 Dec

TÜRK TOYLARI VE DERNEKLERİ

http://turkdernekleri.blogspot.com.tr/

Harman yeri sürseler…

9 Dec
Harman yeri sürseler…  
Yazar serifk@pau.edu.tr
Nedendir bilmem, ne zaman “Harman yeri sürseler / Yerine gül ekseler… Oy sanem…” türküsünü duysam garip duygularla dolar içim.Önce, çocukluk yıllarımızda her şeyi oyun edindiğimiz harman zamanı gelir aklıma. Gözümün önünden harman yerlerine yığılmış küme küme harmanlar gelir geçer. Bunu anlamak ve duyumsamak bana kolay gelir de, asıl, “Harman yeri sürseler!..” sözündeki  “sürseler” arzusunun dillendirilmiş olmasını çözümleyemem oldum olası…

Harman yerini sürmek, yerine gül ekmek!… Neyi yapmak, neyi yıkmak, neyi yaşatmak, neyi yok etmek… tarzındaki düşünceler yeni  yeni harmanlar oluşturur beynimde de, bir türlü yok edip bitiremem…Tam “Çıkmazdayım!” dediğim anda, imdadıma yine bir köy türküsü yetişir. Hani şehirden köye gelin gidip de burçak yolmaya götürülen şehirli kızcağız var ya, onun adına yakılan türküdeki sitemlerde bulurum aradığımı:

“Aman ne zorumuş dostlar burçak yolması.

Burçak tarlasında yar yar gelin olması.

Elimi salladım değdi dikene;

İntizar eyledim yar yar burçak ekene…”

Sözlerine misal, harman yerinin sürülmesini arzulayan gelinciği düşünür, onun yerine “Gül ekseler!..” duasında saklı ince bir hüzne “Amin!..” demeyi düşünürdüm de, yine de harman yerlerinin ve harmanların yok olmasına razı olmazdı gönlüm…

Hoş, şimdi şairin “Tarihe karıştı eski sevdalar…” dediği demlere misal bir devri yaşıyoruz. Ne harmanlar kaldı, ne harman yerleri; ne dövenler kaldı, ne dövenleri çeken öküzler, atlar… Biçerdöverler ve patoslar bütün bunları tarihin zaman tüneline ışınladı sanki. Oysa daha ne geçti ki şunun şuracığında… Daha kırk yıl öncesinde bütün köylünün harmanlarının sürüldüğü köylerin harman yerleri vardı. Üç, dört hafta bir şölen gibi devam eden harman zamanları vardı…

Aslında şölen, “ekin ayağı” denilen buğday biçimiyle başlardı. Her tarlada on, on beş kişi kadın erkek, çoluk çocuk sabahtan akşama kadar ve günlerce buğday yolardı… Hem de haziran sıcağının tepede bir ateş topu olduğu günlerde… Sağ elde tutulan orakla, sol elle kavranan buğdaylar kök tarafında hızla asılarak koparılır, biriken buğday sapları yere konur, sonra da bunlar üst üste konularak destelenirdi… Günler boyu yolunan buğdaylar, üç çatallı anadat denilen ağaç sopalarla kağnılara yüklenir, sonra da kağnılarla harman yerine getirilen buğdaylarla ilgili harman sürme işi başlatılırdı.

Paranın pek kıt olduğu o demlerde komşular arasında para almadan karşılıklı olarak “ödünce” gidilirdi. İmece denilirdi bu ödünç gitmelere… Şarkılar, türküler, şakalar, laf atmalar haziran sıcağında beyinleri de kaynatırdı sohbetleri de… Ara da bir, “Yandı bağrım Kerem’in arpa tarlası gibi!..” tarzı feryatlar, ya da esintinin hiç olmadığı, yaprağın bile kıpırdamadığı anlarda alnından, yanaklarından, burnundan süzülen terleri silerken, bir yandan da, “Es, yiğidin bağrına deli rüzgâr!..” ünlemesiyle dile getirilen rüzgar dilekleri…

Varlıklı ailelerden darbukacı götürenler de olurdu tarlalara hani… Ağzı laf yapanlar, türkü söyleyenler (hava çağıranlar) aranırdı… En çok da yeni yetme kızların gönlünü birilerine yakmayla ilgili fiskoslar yayılırdı gizliden gizliye… Bunlar yayılmalıydı ki çalışanlar sıcağı unutsunlar…

Harman yüzyıllar boyunca toprak ve tarım kültürünün en önemli kesitlerinden biri ola gelmiştir hep… Tepeleme yığınlarla oluşturulan harmanların toprakla buluşan yanları, eni iki metreye varan  dairesel bir halka gibi ekin saplarıyla kaplanırdı önce. Bunun üstüne, altında çakmak taşı denilen taş parçaları çakılı döven konulurdu. Sonra döven önündeki atlara ya da öküzlere bağlanır, dövenin üzerine de hayvanları yönlendirecek bir kişi çıkardı. Hayvanların dehlenmesiyle beraber döven döndükçe, buğday ya da arpanın saplarını kese kese danelerin saplardan ayrılması sağlanırdı. Yere yayılan ekin sapları eridikçe harman yığınından yeni saplar yine eriyen sapların üstüne yayılır, harman bütünüyle eriyinceye kadar bu işlem devam eder giderdi…

Dövenin üstüne oturan kişi, öküzlerin ya da atın başına bağlı ipleri eliyle tutarak bazen oturarak, bazen de ayakta durarak belli bir hızla, ağır ağır fakat saatler boyunca harman yığınının etrafında döner ha dönerdi. Tabii ki iş sadece dönmekle bitmezdi… Dönerken sergilenecek en önemli beceri uyumamaktı. Farkında olmadan uyuyan kişi dövenden düşebilir, hatta dövenin altında kalarak yaralanabilirdi… Ya da hayvanlar dönmeyi bırakıp harmandan tarlaya doğru gidebilirlerdi. O anda toprak ve taş üstünde giden dövenin altındaki taşlar kırılır, bu da onların körleşmesine yani keskinliklerini kaybetmesine, dolayısıyla harman işinin aksamasına yol açabilirdi. Bundan daha önemlisi de hayvanlar buğday saplarının üzerine ihtiyaç giderebilirlerdi. İşte döveni kullananın bunları bilmesi, önceden sezmesi ve arada hayvanları kenara çekerek ihtiyaçlarını gidermesini sağlaması gerekirdi. Hayvanlar büyük abdeslerini yapıyorlarsa yanında hazır bulundurduğu çanak şeklindeki ağaç boğsalakla hemen vaziyeti kurtarması gerekirdi. Onun için de döven sürme işi kolay kolay çocuklara verilmez, verilse bile harmanda yalnız kalmalarına müsaade edilmezdi.

Geceleri hava biraz nemli, ortalık serin olduğundan buğday sapları gevşeyeceği için gece harman sürülmezdi. Gündüz sıcakta buğday sapları çıtır çıtır olduğu ve kolayca kesildiği için ne kadar sıcak olursa olsun harmanın mutlaka gündüz sürülmesi gerekirdi… Bir yandan sıcak, bir yandan saman tozu, bir yandan göz kapaklarına kurşun gibi binen uyuma duygusu, ağır ağır dairesel bir dönüşün bitmek bilmeyen kaygısı birleştiğinde yaşanırdı harman kaldırmanın tarifsiz zorlukları…

Bununla biter miydi harman kaldırma derseniz “Nerde!..” derler tabii ki, size… Buğdayların sapları iyice saman haline getirildiğinde bu sefer samanla buğday tanelerinin ayrılmasına gelirdi sıra. Önce bir mezar toprağı yığını gibi, bir yere biriktirilirdi buğdayla karışık durumdaki samanlar. Buna da  “tınaz” denilirdi.

Tınazın savrulması için rüzgarın çıkması beklenirdi. İkindine doğru esintiyle birlikte ele alınan, parmakları açılmış ele benzeyen “yaba” tınaza daldırılır, havaya belli bir yükseklikte savrulan samanla buğdayın esen yelle ayrılmasına çalışılırdı. Bazen birkaç gün hiç yel çıkmazdı. İşte siz de o zaman kaygılı ve sancılı bir bekleme sürecine girerdiniz. Ya yaz yağmuruna yakalanırsa tınazınız. Ya üç beş gün yel çıkmazsa… Ya hamazevi denilen hortum çıkarsa…  Konu komşunun koyunu keçisinden korumak için yalnız da bırakamazdınız tınazı. Döner dururdunuz artık harman yerinde bin bir sıkıntıyla…

Yel çıkınca tınazı savurmaya başladığınızda bir yandan sevinirdiniz… Fakat arada bir rüzgarın yönü değişince havaya savurduğunuz samanın tozlarını tepeden tırnağa üstünüzde bulurdunuz… İçmeye su bulamadığınız susuz dağ başlarında elinizi yüzünüzü bile yıkayamazdınız da ensenizden boynunuzdan giren saman tozları terlerle bedeninizi sarınca, “Hey babam hey!..” kaşınır da kaşınırdınız…

Öfkelenseniz öfkelenemezsiniz, kızsanız kızamazsınız… Can da tatlı ürün de… Hani derler ya “Can burnumun ucunda!..” diye. İşte o anda burnunuzun ucundan çeşme burmalarından damlayan su damlalarını andıran terler, birbiri ardına damlamaya başlayınca rençberliğin, üretmenin, buğdayın, ekmeğin, suyun değerini, nimet oluşunu öyle bir anlardınız ki… Bir daha yere düşen bir lokma ekmeği alıp öpüp gözünüze sürüp yerdiniz. Sofranızdan artan bir dilim ekmeği çöpe koyma düşüncesiyle bile titrer sonra vazgeçerdiniz…

Öte yandan radyolar ve televizyonlarda  duyduğunuz “Harman yeri sürseler…” türküleriyle  gönlünüzü bir harman yeri eyler, hayal dünyanızda durmadan harmanlar sürerdiniz… Bir yandan da  türküler söylemeye devam ederdiniz…

“Harman yeri sürseler…

Yerine gül ekseler… Oy Sanem! Esmer yarim!..”www.egelife.com/index.php